İnsanlar âşık olur,
İnsanlar hüzünlenir,
Ä°nsanlar kavga eder,
İnsanlar karıya kıza laf atar,
Olmaması lazım!
Ama olabilir de!
- PAŞA (Nihat Genç’in ''Nöbetçi Yazılar'' kitabından, yazarın izniyle) -
Yaşam çoğu kez, kahvehane komisi Paşa’nın pek de güzel dile getirdiği gibi, ''olmaması lazımların'' bentlerini yıkarak akıp giden bir nehir gibidir. Mutluluk denen gizemli kıyıya ulaşabilmek için kıvrıla büküle akıp giden bir nehir.
Mutluluksa, ‘aşk’ın yalnızlığa, sevginin nefrete, umudun çaresizliğe, bilginin cehalete, özgürlüğün tutsaklığa, yaşamın ölüme galip gelmesidir. Ona ancak; dayatılan ‘olmazları’ sorgulayarak, gerçeğin önüne geçmeye kalkışanlara rağmen ‘kendimiz’ olarak ulaşılabilir. Yaşadığını derinden hissedebilmektir mutluluk. Ruhsal sağlık da, bir mutluluk tanımı değil midir zaten?
Akıl sağlığı uzmanları, Türk halkının dörtte birinin ruh hastası olduğunu söylüyor. Son on yılda, huzursuzluk ve dikkat eksikliğini tedavi ettiği iddia edilen ilaçların üretimi % 800 artıyor. Dünya Sağlık Örgütü, 2020 yılında dünyada en yaygın hastalığın depresyon olacağı bildiriyor. Bu söylemlere bakılacak olursa, ortada amansız bir mutsuzluk ve ruhsal bozukluk salgını var!
Ne ki aynı ağızlar, doğadan kopuşumuzun, kaybolan dayanışma ruhunun, gelir dağılımındaki dehşet verici uçurumun, kıran kırana yarışılan iş hayatının, işsizliğin, savaşların, mega kentlerde hissedilen hiçleşmenin karşısında; ruhsal denge kaybının, aslında çok da normal bir insani tepki olduğunu söylemiyorlar.
Yaşamın görünürde birbirinden apayrı gibi duran parçalarını, sevgi, bilgi, eşitlik, hoşgörü ve muhabbetle bir araya getiren, akılcı ve maneviyatçı bir toplumsal düzenin, ruhsal sıkıntıların yegâne panzehiri olduğuna değinmiyorlar.
Onun yerine, aniden ortaya çıkan korku atakları, hayattan keyif alamama, boşluk duygusu, isteksizlik gibi insani tepkilerin üzerine yeni yeni hastalık etiketleri iliştiriliyorlar.
Çünkü bu ağızlar sıklıkla, ilaç firmalarıyla karmaşık ilişkiler ağı içindeler. Kongre gezileri, hediyeler, reçete başı alınan kâr payları gibi çıkarlar karşılığında mesleki yetkilerini kullanarak, ruhsal sıkıntılarda ilaç kullanımını bir çözüm olarak meşrulaştırıyorlar.
Ruhsal sıkıntılar arttıkça ve bunlara hastalık etiketleri iliştirildikçe, ilaç şirketlerinin ruh hastalıklarını ''tedavi eden'' ilaçlardan sağladıkları kârlar, silah tacirlerini bile kıskandıracak oranlarda katlanarak büyüyor.
İnsanların hasta ilan edilip, beyinlerinin bağımlılık yapan, sayısız yan etkileri olan ilaçlarla uyuşturulması yoluyla, toplumsal ve ekonomik çarpıklıkların örtbas edilmesi ve tepkilerin buharlaştırılması ise, bu çirkin ticari pastanın sosyal kremasını oluşturuyor.
''Ne zaman işine gelmeyen şeyler işitsen küçük adam, hemen karşındakine deli damgası vuruyorsun. Ondan sonra da kalkıp kendini normal insan sayıyorsun. Kendine göre delileri içeri tıkıyorsun ve dünyayı normal insanlara yönettiriyorsun. Öyleyse bütün bu kötülüklerin sorumlusu kim? Tabii ki sen değilsin, sen sadece görevini yapıyorsun. Hem kişisel bir fikre sahip olmak için sen de kim oluyorsun ki? Bunların hepsini biliyorum, durmadan söylemene gerek yok. Küçük adam, ayrıca senin yazgın da hiç kimseyi ilgilendirmiyor. Gözlerimin önüne dünyaya yeni gelmiş çocukları kendi fikirlerine göre ''normal'' insan yapmak için uyguladığın işkenceye gelince, bu işkenceyi durdurmak için sana gelmek istiyorum.'' W. Reich
Farklı yetenek ve ilgi alanları olan çok sayıda çocuğu bir sınıfa doldurup, yaratıcılıktan uzak yöntemlerle, hayattan kopuk bilgileri ezberleyerek birbirleriyle yarışmaları isteniyor. Ruhsal ve bedensel enerjilerini sağlıklı bir biçimde ifade edecekleri ortamlar yaratmak yerine onlar, her on dakikada bir şekerleme veya sosis reklamlarıyla bölünen anlamsız TV programları ile baş başa bırakılıyor. Pusulasız bu çocuklar, sevemediklere derslere dikkatlerini yoğunlaştıramayıp, birikmiş enerjilerini yerlerinde duramayarak ortaya koyduklarında ise, herkesi sorumluluktan kurtaracak etiket hazır: ‘Hiperaktivite’ veya ‘Dikkat Eksikliği Sendromu.’
Çözümse paketlenmiş olarak satılıyor. Ülkemizdeki doktorların da giderek daha fazla sayıda çocuğa reçete etmede fazla tereddüt etmedikleri bir ilaç şeklinde. Morfin ve kokainin dahil olduğu ilaç listesinde yer alan ve yüksek derecede bağımlılık yapan bu ilacın pek çok yan etkisi var: Uykusuzluk, kişilik değişimi, baş dönmesi, mide bulantısı, çarpıntı, karın ağrısı, gerçekle bağların yitirilmesi, kilo kaybı, tuhaf yüz ve dil hareketleri, beden gelişiminin yavaşlaması, daha sonra eroin, kokain ve alkol bağımlılığı geliştirme olasılığının artması gibi uzayıp giden bir liste. Toplum ve birey olarak, çocuklara olan sorumluluklarımızdan kurtulmanın bedelinin, yine onlar tarafından ödeniyor olması acı verici değil mi?
Batılı bilim adamlarının, Batılı ortalama insan zihniyle çalışarak elde ettikleri bilgiler, ülkemizdeki akıl sağlığı uzmanları tarafından evrensel doğrular olarak kabul edilip, İslam, Orta-Doğu, Akdeniz kültüründen gelen Anadolu insanına, tanı ve tedavi amacıyla aynen uygulanmaya kalkışılıyor.
En yakın arkadaşını arkadan vurmanın, kazanmanın tek yolu olduğu sözde yarışmalar ve kahkaha efektleri yardımıyla, insanların birbirlerini küçük düşürmesine gülmeyi teşvik eden Batı dizilerinin etkisiyle, geleneklerimizin süratle yitirildiği gerçeği saklı olarak, bizim kültürümüzde büyüklerin karşısında sessiz ve saygılı olmak bir erdem kabul edilirken, Batı’da aynı davranış, özgüvensizlik veya ‘sosyal fobi’ olarak tanımlanabiliyor. Ya da, toplumumuzda kadının cinsel yaşamda aktif rol alması henüz çoğu çevrede hoş görülmezken, Batı’da aynı tutum ‘cinsel işlev bozukluğu’ olarak sınıflandırılabiliyor.
Uygulamadaki psikoloji ve psikiyatri, topluma sırtını dönüp, bireye odaklanmış durumda. Bireyin de '’sağlıklısı’’, Batı’nın istediği gibi, kendine âşık, başkalarına kayıtsız, hırslı, para=başarı odaklı, strese dayanıklı, yırtıcı, yarışmacı ve acımasız olmalı. Çünkü Batı’nın yarattığı ve şimdi bize dayattığı ekonomik sistemin aradığı özellikler bunlar. Alçakgönüllülük, duyarlılık, yardım severlik, dayanışma ise kaybeden değerler.
Burada, bizdeki değerlerin Batı değerlerine üstünlüğüne değil, farklı toplumsal değer sistemlerinin, farklı insan davranışlarına yol açtığına ve dolayısıyla aynı terazide tartılamayacaklarına dikkat çekmek istiyorum.
Uygulamadaki psikiyatri ve psikoloji, insanları sınıflandırarak, kimin akıllı kimin deli olduğuna karar verip insanları topluma uydurarak tek tipleştirmekte. Gelişmiş sezgisellik gibi özgün yeteneklerin (duru görü) veya kendini kaybedecek derecede ilahi aşka dalıp tüm varlıkla bir olmak (vecd) gibi sıra dışı bilinç deneyimlerinin, kitaplara uymadığı için delilik diye değerlendirilmesi sıkça rastlanan bir durum. Oysa tüm kadim öğretilerde, bunlar arzulanan zihin halleri.
Psikiyatri ve psikoloji uygulamaları sıklıkla, bireyi hasta olduğuna inandırarak kendi bilincince yaşama özgürlüğünü elinden alıyor. Böylece insan, kendisini eksik, kusurlu, aykırı hissetmeye başlıyor. Tıbbi otoriteden cesaret alan kişinin çevresi de onu kolaylıkla bu role itip dışlıyor.
Bazı ‘’uzmanlar,’’ortalama sağduyuya sahip bir ortaokul öğrencisinin yapacağı düzeyde yorumları, adeta dünyanın, evrenin, yaşamın tüm sırlarını çözmüş bir edayla yaparken, farklı fikir beyan edenleri de rahatlıkla paylıyorlar. Öğrenimleri boyunca, yaşadıkları toplumun insan
dokusu, gelenekleri, hukuku, tarihi, ekonomik döngüsü hakkında sistemli hiçbir bilgi almamış ve sonra da bu konularda bir senteze ulaşacak şekilde kendilerini yetiştirmemiş olmalarına rağmen, her konuda, çağdaş bilgeliğe soyunmakta sakınca görmüyorlar.
Medyanın, en sıradan haberlerde bile psikolog ve psikiyatristlerin görüşlerine başvurması, ‘herkesin bir terapisti olması gerektiği’ fikrinin yaygınlaştırılması, insanlara, sorunlarının yegane kaynağının kendileri olduğu, kendi başlarına basit kararlar bile alamayacakları, sorunlarını çözemeyecekleri ve mutlu olamayacakları inancını yerleştiriyor. Bu durumda herhalde şu sonuca varmamız gerekiyor: Bu uzmanlıkların devreye girdiği son yüzyıla kadar, insanlar tarih boyunca, ne yaşamasını ne de mutlu olmasını biliyorlardı(!).
Araştırmalar, ilişkilerin sıcak ve ekonomik sistemin eşitlikçi olduğu Japonya’nın Okinawa adası ve Hindistan’ın Kerala eyaleti gibi yerlerde, insanların ruh-beden sağlık düzeylerinin çok yüksek olduğunu gösteriyor. Başınızı dayayacağımız dost bir omuz, en yetenekli uzmandan daha yararlı olabiliyor yaşamın zor zamanlarında. Belli ki, en iyi sağlık hizmetini, para kaygısı olmaksızın herkese sunan bir devletin vatandaşı olmak, kendi başına tedavi edici bir ruh hali yaratıyor.
Nörobiyoloji ve nöropsikoloji bilimleri, insan beynine dair çok değerli ve heyecan verici bilgiler sağlamakta artık. Ama insan zihni bunların da ötesinde, genetikten antropolojiye, dinden felsefeye pek çok bilim dalıyla ilintili. Bu bilgilerse, insanın zihinsel deneyimlerini anlamada, bir Leonardo Da Vinci tablosundaki tuvalin kumaş dokusunu, kullanılan boyaların yağ ve pigment oranlarını bilmekten pek farklı değil. Mona Lisa tablosuna baktığımızda hissettiklerimiz, nasıl bu bilgilerin üstünde ve ötesinde ise, insan zihni de, nöronlar ve kimyasal moleküllerin üstünde ve ötesinde.
Tüm bunlarla; insanın, modern yaşam karşısında ruhsal dengesini yitirdiğini fakat çözüm olarak sunulan seçeneklerin çoğu kez yararsız, hatta bazen zararlı olduğunu gördükten sonra nasıl bir alternatif program önerdiğim konusuna geliyoruz. Ana hatlarıyla bu program şunları dikkate alıyor:
Ruh ve beden, ileti molekülleri ve hormonlar aracılığıyla karşılıklı ve sürekli iletişim içinde olduklarından ayrı ayrı teşhis ve tedavi edilemezler. Sağlık; ruhla beden arasındaki aşk ilişkisidir. Tedavi bu aşk ilişkisini kurmaya ve geliştirmeye yardımcı olmalıdır.
İçinde yaşanılan toplumsal düzen ve doğa, ruh-beden sağlığını çok büyük ölçüde etkiler. Ekonomisi düzgün, insanlar arası ilişkileri dengeli ve güçlü olan toplumlar ve temiz bir doğa, ruh-beden sağlığının olmazsa olmazlarıdır. Ruh sağlığı programı, kişinin kendi yıkıcı düşünce ve yaşam tarzını değiştirmesinin yanı sıra, içinde yaşadığı toplumun aksaklıklarını düzeltme sorumluluğunu üstlenmesine de yardımcı olmalıdır. Ruhsal sağlık ancak, felsefi körlükten kurtulmakla mümkündür.
Ruhsal hastalıkların yalnızca % 3’ü beyindeki yapısal bir bozukluk sonucudur. Kalıtımla ilişkisi bulunan pek çok ruhsal sorunda bile, kişinin, destekleyici bir ruhsal programla, hiç hastalanmadan veya kendisini ve çevresini sarsmayacak düzeyde belirtilerle yaşamını sürdürmesi mümkündür.
Tedavi; alışkanlık yaratan ve ciddi yan etkilere sahip ilaçlar yerine, yan etkisiz, doğal yöntemlerle ve kişinin katılımına dayalı eğitim terapileriyle yapılmalıdır.
Önerdiğim ve uyguladığım ‘Doğal Ruh Sağlığı’ programı, tüm insanların doğayla ve birbirleriyle barış ve güven içinde yaşamalarını, yaratıcılıklarını en yüksek düzeye taşımalarını, hep birlikte sağlıklı, özgür ve dinamik bir dünya yaratmalarını hedeflemektedir. Tüm bunların mayası ise sevebilme yetisinde saklıdır. Emmett Fox’un dile getirdiği gibi:
‘‘ Yeterli miktardaki sevginin fethedemeyeceği hiçbir zorluk yoktur; yeteri kadar sevginin iyileştiremeyeceği hastalık; açamayacağı kapı; köprü kuramayacağı ayrılık; yıkamayacağı duvar; affedemeyeceği günah yoktur…
Sorunun ne kadar derinde; geleceğin ne kadar ümitsiz; karışıklığın ne kadar bulanık; yanlışın ne kadar büyük olduğu önemli değildir. Yeterli bir sevgi anlayışı hepsini yok edecektir. Keşke yeteri kadar sevebilseniz, o zaman dünyadaki en mutlu ve güçlü varlık olurdunuz.’'
|